Geçtiğimiz mart ve nisan ayları; gündemin alıştığımız şekilde karmaşık, kaotik ve gelgitli olduğu, AKP hükümetinin o tanıdık faşizan yüzünü tekrar göstermekten çekinmediği fakat en azından ilk aşamada, son yılların en büyük ayaklanmasına tosladığı bir dönemdi. Bu ayaklanma, üniversite öğrencilerinin inisiyatifi ve öncülüğüyle büyümüş; halkta ve kitlelerde karşılık bulmuş olmasına rağmen, toplumsal bir kalkışmaya dönüşememiştir. Sokak çatışmalarına evrilememiş; özellikle İstanbul’da, hükümetin belirlediği “alanlara” hapsolmuştur.
Bu bağlamda, başlangıçta apolitik kitleler ya da kendi direniş kültürünü yaratmak isteyen gençler tarafından “Yeni Gezi” olarak tanımlanmaya çalışılsa da; kitleselleşememenin ve belli alanlara sıkışmanın yarattığı tahribatla giderek pasifleşmiş, ayaklanma niteliğini kaybederek bir direniş gösterisine dönüşmüştür. Bu eylemler bütünü, birçok artısı olsa da, nihayetinde başarısız bir sokak hareketi olarak değerlendirilmelidir.
Ve tabii ki bu başarısızlık yalnızca bir düzen partisi olan ve halkın bariz üstünlük sağlayabileceği sokak çatışmalarından en az iktidar kadar korkan ana muhalefet partisine değil; kendini hâlâ ülkenin aydın yüzü olarak tanımlayan Sosyalist Sol’a da fatura edilmelidir.
İktidar partisinin birbirinden beceriksiz tezlerle, farklı ekonomik modelleri zorlayarak ülkeyi uçuruma sürüklediği krize; toplumun her köşesinde farklı yüzlerle beliren kültürel yozlaşmaya; adalet sisteminde ve hukuk düzeninde artık gizlenemez hale gelen saray müdahalesine; sürekli olarak ayrıştırıcı ve toplumun çeşitli kesimlerini hedef alan politikalara rağmen, halk nezdindeki en büyük kırılma anı, iktidarın döviz rezervini doldurmak için giriştiği Kanal İstanbul projesine ayak direten muhalefet liderlerinden birinin alelacele tutuklanmasıydı.
Bu tutuklamayla başlayan süreç, farkında olalım ya da olmayalım, kitlelerin çözümün yalnızca sandık olmadığını idrak etmeye başlamasını sağladı. Mart eylemleri boyunca, siyasal çöküş ve iktidarın korku politikalarının ipliği pazara çıkmışken; Gezi’den bile daha kolay, daha anlaşılır ve doğrudan bağ kurulabilecek bir süreç yaşandı. Fakat bu süreçte de Sosyalist Sol, her zaman olduğu gibi tavır noktasında bölünmüş durumdaydı.
Sol’un bir kısmı, Özel’in “Eylem” olarak adlandırdığı mitinglerde, kitleye ve kameralara flama sallamanın ötesine geçemedi. Daha cesur olanlar, kitlelere alanlardan çıkıp sokaklara yönelmeleri gerektiğini söylese de bu konuda onlara öncülük edemedi. Kendini “Öncü Parti” ya da “Öncü Parti’nin Öncüsü” olarak adlandırmaya çalışanlar ise, kitlelerin fitilini ateşlemekte başarısız oldu; süreci ne kızıştırabildiler ne de sürükleyebildiler.
Sonuç olarak halk, alanlarda kendisini yuhalayan gençlere yönelik korkunç müdahalelere sessiz kalan merkez-sol bir muhalefet partisine; ve tüm faşizan saldırılarına rağmen kolluk kuvvetlerini öven kafatasçı bir partiye farkında bile olmadan mahkûm edildi.
Kendi adıma, mart eylemlerini hem fikren hem de fiilen desteklemiş olmama rağmen, süreç içerisinde — özellikle Saraçhane özelinde — miting sonrasında alanda bir sol öncülük göremediğimi özellikle vurgulamak isterim. Alanlarda birlikte atılan sloganlardaki dağınıklık ve düzensizlikten, polisin karşısında ortak ve net bir tavır sergilenememesine kadar pek çok örnekle kendini gösteren bu durum, Sosyalist Sol’un yakın geçmişine dair en önemli özeleştiri sebeplerinden biri olmalıdır.
Küresel ölçekte, on yıllardır uygulanan neoliberal politikalar; özellikle pandemi sonrasında büyük bir darbe alan dünya ekonomisiyle birlikte gerilerken, birçok coğrafyada ve toplumda yerini radikalizme bırakıyor. Bugün Anadolu’da yaşadığımız süreç, bu küresel dalganın yerel bir yansımasıdır.
Sosyalist Sol’un bu tespiti, evet, yerindedir. Ancak gözden kaçırılan gerçek, bu gelişmenin bizim lehimize işlemediğidir. Özellikle 2000 yılındaki Ölüm Orucu sonrasında giderek pasifize olan; kendini ne yenileyebilen ne de güncelleyebilen Sol, yıllar içerisinde yavaş ama gerçek bir tasfiye sürecine girmiştir. Bugün geldiğimiz noktada, bu yapı “devrim aceleciliği” içerisinde yönünü kaybetmiş durumdadır.
Mart eylemleri sırasında dahi öncülük edemediği, siyasal bir bilinç kazandıramadığı “dinamik” kitlenin önemli bir kısmı; alanda Kürt düşmanı, kadın karşıtı, radikal sağ sloganlar atan kafatasçı-milliyetçilere kaptırılmıştır. Bu sadece bir sonuç değil, aynı zamanda Sosyalist Sol’un kitlelere öncülük edememesinin doğrudan bir sonucudur. “Çözüm Süreci”ne düşmanlık üzerinden örgütlenen bu radikal sağ söylem, kitleleri gerçeklikten koparmakta ve Sol’un uzun yıllardır verdiği emekleri boşa düşürmektedir.
Üniversite gençliğini yalnızca kendi iç gündemleri içinde oyalayan partiler, bu kopuşun bariz gerçeğini hâlâ görememektedir. “Çözüm odaklı milliyetçilik” gibi yeni kavramlarla, toplumun belli kesimlerine karşıtlık üzerinden politika yürüten; tabanında fiilen, sosyal medyada ise içerik üreticileri aracılığıyla “sokak odaklı milliyetçilik” inşa etmeye çalışan radikal sağ hareket, bu süreci bizden — yani Sosyalist Sol’dan — daha başarılı geçirmiştir.
Oysa hayatın gerçekliği ve sistemin çözümü, sola işaret eder. Merkez sağın ve apolitik kitlelerin radikal sağa kayışına, Sosyalist Sol yalnızca seyirci kalmamalı; bu gidişatı tersine çevirecek toplumsal bağları yeniden inşa etmelidir.
Özellikle Saraçhane’de, polis karşıtlığının en yoğun olduğu anlarda, devletin kutsallaştırmaya çalıştığı kolluk kuvvetlerine karşı en önde saf tutan, göstericilerin attığı sloganları dahi bilinçli şekilde belirleyen; şafak operasyonlarından ise bir şekilde sıyrılmayı başaran radikal sağ gençlik, açıkça hükümet politikalarının bir ürünüdür.
Kürtlerin de alanda yer almasına rağmen, Kürt karşıtı sloganlar atılması; gelecekte “nelere rağmen çözüm süreci” gibi söylemlerle Kürt halkına propaganda malzemesi yapılabilecek bu atmosferin yaratılması da, yine iktidarın doğrudan kurguladığı bir politik hamledir.
Kitleler içinde artık korku politikasıyla sindirilemeyen, “Silivri soğuktur” diyerek bastırılamayan, geleceği karartılmış gençliğin en büyük çıkış yolu olan sol mücadeleye karşı bir nefret iklimi oluşturulmaktadır. Kadın özgürlüğü, ekoloji, işçi ve insan hakları, demokrasi ve köklü değişim isteyen halk mücadeleleri yerine; bu gençliğin sistemin en büyük destekçileri olan sağ ideolojilere — hem de sadece kısmi biçimde — yönlendirilmesi, yine ve yeniden, doğrudan hükümet politikalarının ürünüdür.
Başarısız ekonomik politikaların yarattığı sosyal çürüme, geçmişte Almanya, İtalya ve Merkez-Batı Kastilya’da; günümüzde ise Amerika, Rusya ve İsrail’de toplumları nasıl aşırı sağa ittiyse, bugün Anadolu’da da aynı soğuk gerçekle karşı karşıyayız. Bu dönüşüm henüz doğrudan gözlemlenemese de, çok yakında kitlelerin sağ ideolojilere ait bayraklar altında nasıl sürüklendiğini çıplak gözle göreceğiz.
Eğer Sosyalist Sol, kitle mücadelesi adına pastadan bir dilim daha kapma derdine düşüp Antifaşist bir cephe örgütlemekten uzak durursa, bu soğuk gerçek yalnızca solun değil, halkın da yüzüne sert bir tokat gibi çarpacaktır.
Bu potansiyel karanlık geleceği yaşamadan atlatmanın yollarından biri, ekonomik tekdüzelik ve sıkışmışlık içinde kimliğini büyük ölçüde yitirmiş işçi sınıfının, sarı sendikalarla sosyalist hedefli “propaganda sendikaları” arasında sıkışmaktan kurtarılması ve kendi öz örgütlülüğünü kurmasıdır. İşçiler, önce işçi kimliğiyle sınıf mücadelesinde yer almalı, zamanla bu mücadele içinde sosyalist ya da sosyalist-işçi kimliğiyle devrimcileşmelidir.
Özellikle Saraçhane’de yoğun şekilde görülen ve ülkenin dört bir yanında fikre ve düşünceye örgütlenmiş kalabalık bir kitleyi oluşturan ACAB gençliği de dahil edilerek, yeni ve daha kapsayıcı bir Antifaşist Cephe inşa edilmelidir. Bu cephe, özellikle tampon bölgelerde büyüyerek etkisini genişletmeli, ardından bünyesindeki potansiyel dinamikleri önce devrimcileştirerek sosyalizme, sonra da örgütlü yapılara yönlendirmelidir. Unutulmamalıdır ki hızlı ve içi doldurulamamış bir örgütlenme, neredeyse örgütsüzlük kadar tehlikelidir. Bu durum, bireyleri ideolojik olarak donanımsız bırakır; ajitasyona dayalı yüzeysel bir söyleme, teorik sıkışmaya, iletişimsizlik ve nihayetinde kitlelerden kopuşla birlikte solun marjinalleşmesine yol açar. Yalnızca kitleyle daha kapsayıcı bir bağ kurarak, disiplinli ve ideolojik olarak güçlü bir üyelik yapısı geliştirerek sol, içinde bulunduğu bu sessiz tasfiye sürecinden kurtulabilir. Antifaşist cepheler, bu yeniden inşa sürecinin başlangıç noktası olmalıdır.
Üzerimizde bir kambur gibi taşımaya devam ettiğimiz “gelenekçi devrimcilik” pelerinini artık sıyırıp atmalıyız. Toplumun öncü kesimi olmayı hedefleyen bizler, haklı bir şekilde alay konusu haline gelen dar partici kimliğimizden uzaklaşmalı; yerine, sağlıklı bir sol iletişim modeli inşa etmeliyiz. Bu model, solla sol gibi, halkla halk gibi konuşabilen bir yapıyı esas almalıdır. Sosyalistlerin birbirlerini “gelenek” üzerinden yargılamak yerine, yerel düzeyde oluşturulacak Sol Mahalle Meclisleri aracılığıyla diğer sosyalist yapılarla temas kurması, birlikte düşünmesi ve birlikte hareket etmesi şarttır. İdeolojik ayrımlar elbette vardır ve olacaktır; ancak bu farklılıklar, ortak alanlarda bir arada durmayı, ilk aşamada kitlesel, sonrasında ise devrimci faaliyetleri birlikte yürütmeyi engellememelidir. Mücadele, örgütsel kimliklerin sınırlarını aşan, halkla birlikte halkın içinde yürütülen bir ortaklığa dönüşmelidir.
Aksi takdirde, toplumsal çöküntü, solun birbirinden kopuk olması ve devrimci bir cephe kurulamaması durumu daha da derinleşecek, bizi radikal sağın yükselişiyle karşı karşıya bırakacaktır. Bugün, dün olduğundan daha pasif, yarın ise daha aktif olacağımız bir dönemin eşiğindeyiz. Eğer bu durumu sağlıklı bir şekilde atlatamazsak, gelecekte bunun bedelini çok ağır ödeyeceğiz.